Manisa’da uzun yıllar Celal Bayar Üniversitesi’nde akademisyen olarak görev yapmış, tarihi ve kültürel anlamda Manisa’nın önemini yaptığı çalışmalar ile duyurmuş Dr. Ahmet Yeşil, emekli olduktan sonra Yunt Dağı’nda çiftçilik ile uğraşıyor. Manisa’ya Mevlevihane Müzesi ve Tıp Tarihi Müzesi’nde çalışmalar yaparak kurulmasında etken rol oynayan Ahmet Yeşil, hayatını kendine ait olan bahçesinde geçiriyor. Manisa Meydan Gazetesi’ne, akademik çalışmaları ve emekli olduktan sonra yaşamı hakkında özel açıklamalarda bulunan Ahmet Yeşil, Manisa’da görev yaptığı için mutlu olduğunu ifade etti.
Hocam merhaba. Biz sizi tanıyoruz. Ama sizi tanımayanlar için kendinizden bahseder misiniz?
Ahmet Yeşil, 1954 Ankara Kalecik doğumluyum. İlk-Orta ve Lise hatta Üniversite eğitimimi memleketim olan başkentte tamamladım. 13 yıl Hacettepe Üniversitesi tarih bölümü- İnkılap Tarihi Enstitüsünde öğretim görevlisi olarak çalıştım. Hem derslere girdim hem Yüksek Lisans ve Doktora yaptım. 1992 de yeni kurulan 22 üniversiteden bir olan Celal Bayar üniversitesine 1993 de Tarih bölümünü kurma teklifi üzerine Manisa’ya Yrd. Doç olarak atandım. 31 senedir Manisa’da yaşıyorum. Yayınlanmış kitaplarım arasında Türkiye’de Çok Partili Hayata Geçiş, Türkiye Cumhuriyeti'nde ilk Teşkilatlı Muhalefet Hareketi: Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, yayınlanmamış kitap çalışması olarak 10. Yılında Celal Bayar Üniversitesi (BAP Projesi) Bunların dışında makaleler, tebliğler konferanslar akademik özgeçmişimde mevcuttur. Evli üç evlada sahibim.
“Doktora tezimi baskılar sebebiyle tamamladım”
Akademik kariyerinizde neler yaptınız? Anlatır mısınız?
Üniversite eğitimim Hacettepe Sosyal ve İktisadi Bilimler Fakültesi’nde 1974’de başladı. Ama tüm eğitim sürecinde ülkenin içine girdiği kamplaşma ve (sağ-sol) ideolojik ayrışmalar hatta çatışmalar yüzünden yoğun bir eğitim alamadım. Üniversite eğitimi sürecinden asıl yapılması gereken alanda üniversal boyut kazanmak yerine ülke sorunları ve geleceği fikirleriyle meşgul oldum. Bunda ülkenin içinde bulunduğu şartlar bürokrasinin bölünmüşlüğünün getirdiği devletin acziyeti o yaşlarda millet adına sorumluluk almayı gerektiriyordu. Bu düşüncelerimin ana kaynağı lise son sınıfında edebiyat hocam olan rahmetli Nejdet Sançar’ın Türk kimliği Türk devleti ve tarihi vurguları olmuştur. İktisat-işletme okumama rağmen Türk kimliği ve tarihi üzerinde daha fazla kitap okumam, üniversitede edebiyat ve tarih hocalarıyla çeşitli vesilelerle (konferans panel sempozyum söyleşi) temasta olmamın etkisiyle lisans eğitimi sonrasında akademik hayata tarih alanında başladım. Yüksek Lisans ve Doktorayı aynı üniversitede Yakınçağ-Türkiye Cumhuriyeti Tarihi üzerine yaptım. Özellikle doktora tez çalışmam aşamasında iki koca yılım heba olmuştur. Tez konumun ATASE (Askeri Tarih ve Stratejik Etüt) arşivlerine girmeyi gerekli kılmasına karşılık bu arşivden 2 yıl boyunca olumlu cevap alamadım. Hâlbuki benden kısa bir süre sonra benzer konuda tanışıklığım olduğu için bizzat kendisinden öğrendiğim Hollandalı araştırmacı Erıck Jan Zürcker’e başvurusunun haftasına izin alması, akademik hayatımdaki en acı hatıradır. Buna karşılık TBMM Arşivi, İstiklal Mahkemeleri Dosyalarına erişimim o da 8 aylık bekleme sonunda bir vesile ile tanışma fırsatı bulduğum rahmetle Yıldırım Akbulut’un TBMM başkanı iken talep yazıma “olur” demesiyle gerçekleşmiştir. İki arşiv başvurumun ilki beni akademik hayatı bırakma tercihine götürürken ikincisi cesaretlendirici olmuştur. Şurası bir gerçektir ki teze başladığım dönemde Atatürk ve partisine muhalefet etmiş ancak kurucularının her biri milli mücadelenin en önde gelen üyelerinin meydana getirdiği siyasi hareket tarihin malzemesi olmuş olsa bile bazılarının zihninde hesabı bitmemiş bir sorundu. Dolayısıyla bu konuya bir şekilde dahil olmak bazılarına ikbal endişesi duyurduğu açıktır. Hasılı akademik hayata seçtiğimiz doktora konusuyla zor bir giriş yaptığımı görsem de benim için tarihin içindeydi ve kısır siyasi ve ideolojik mülahazalardan arınmış Türk siyasi hayatında bir muhalefet hareketi çalışılması gerekiyordu. Doktora tezimi akademik zorunluluk, dışarıdan gelen baskılar ötesinde kendim için tamamladım. Ama konunun ehemmiyeti ve bazı mercilerde duyulan hassasiyet sebebiyle bitmesi hayli uzun sürdü. Dönüp geriye baktığımda harcadığım süre ve enerji ile 2 hatta 3 tez rahatlıkla bitirilebilir diye düşünüyorum. Celal Bayar Üniversitesi’ndeki 28 yıllık akademik hayatımın 1996-2006 Manisa Mevlevihane’sini kısmen etnografik bir ziyaret sahası haline getirmek diğer bir 10 yılı (2011-2021) da Hafsa Sultan Şifahanesini tahsis belgesine uygun bir Tıp Tarihi Müzesi haline getirmek ilgilenmek, tanıtmak şeklinde geçmiştir. Bu yerlerin bağlı oldukları Araştırma ve Uygulama Merkezi müdürlüklerini de üslendim. Bu hizmetlerim ne akademik bir unvan ne gelir ne de şöhret (üniversite yönetimine yakınlık) elde etmek maksatlı olmamıştır. Niçin yaptığımın kısa karşılığı tarih eğitimi anlayışıma uygun olduğu içindir.
“15 dönümlük bir yer almak nasip oldu”
Sizin hikayenizi merak ediyoruz. Emekli olduktan sonra hobi olarak çiftçiliğe başlamışsınız. Bizlere anlatır mısınız?
Emeklilik hayatım ve yeni hayat boyutuna gelince; malumunuz devlet hizmeti süreye bağlıdır. Akademik görevde olanlar 67 yaşına kadar görev yaparlar. Bazı şartlar oluşur bazı yetkiler alınırsa bu süre 72 ye kadar YÖK tarafından uzatılabilir. 2021 yılı Temmuz ayında yaş haddinden emekli oldum. 2008 de Manisa’ya cepheli havadar ancak toprak olarak fakir ağırlıklı taş olarak zengin bir mekân olan Yunt Dağı’nın bir yerleşim yeri Çamlıca Köyü çeperinde 15 dönümlük bir yer almak nasip oldu. Yerin havası ve şehre bakan özelliği kararımızı etkilemişti. Buraya 2013 yılına kadar zemini taş malzemeden üzeri blok tuğla malzemeli içinde oturulabilir bir bina yaptık. 6 yıl yapımı sürmesi, ilgilenecek zaman sınırlı oluşu ve maddi imkânların yetersizliği idi. Biraz birikim yaptıkça bahçeye harcadık. Biraz pahalı oldu ama sonuçta oldu. Bitti mi? Tabi ki bitmedi. Mesela eşimin de arzusu olan sarnıç yapmayı çok istedik, olmadı. Çünkü köyün temel sorunu su olduğu, yaz aylarında 1 aya varan kesintiler bizi o teşebbüse yönetmişti, Yerini açtık öyle kaldı. 15 dönümlük bu yerde yetişmiş yetmiş kök antep fıstığı ağacı olmasına rağmen pek bakımsız kalmış. Daha doğrusu bizden önce 15 yıl köyü terk eden sahibi ortada olamayınca bu yer köyün merasına dönüşmüş bir vaziyeti vardı. Bu ağaçlar devir öncesinde kaderine bırakılması, biz devraldıktan sonra da bilmediğimiz için vaktinde budaması yapılmadığı için ağaçlar hastalandı. Bahçeden ilk öğrendiğimiz tabiatın bir takvimi var harfiyen takip edilmezse konu ne ise geriye gidiyor, zaman kaybedilmiş oluyor. Bu işler için tam zamanlılık esas. Yani bahçenin hafta sonu sömestr arası yaz tatilde gelinmeyle düzelmeyeceğini öğrensek de yapacak şey yoktu. Beklentimiz emeklilikti. 2021'de emekli olduk, şehirde yaşayan pek çok emekli gibi kahveden eve evden kahveye bir hayatımın olmayacağı böyle bir alışkanlığım olmadığından belliydi. Pek çok emekli olmuş akademisyen gibi makale ve kitap çalışması yapmak için kendimi hazırlamış biri olarak hatırı sayılır 5 bini aşkın bir kütüphanem olsa da şimdilik akademik çalışmalara başlamadım. Bunun sebeplerinden biri; bir konuyu çalışmaya başladığımda aşırı kitlenmem, yoğun bir çalışma tablosu sergilememden endişe duyan ailemin frenlemeleri iknaları etkili oldu diyebilirim. Emekli olunca köşeme çekilip bir şeyler karalamaya teşebbüs etmem en yakınım eşim tarafından uygun bulunmayınca bahçeye yöneldim. Doktorların en önemli tavsiyesini artık hayata geçirme fırsatı vardı. Hayat biçimini değiştirme. 40 yılını üniversitede akademik hayatta geçirmiş biri olarak tabiattan ne kadar uzak kaldığımızı fark ettikçe bahçede kendimize yeni uğraş alanları bulduk. Tabii hayatın en önemli göstergelerinden biri beslenmede kendi yetiştirdiklerini tüketmek sağlıklı olandı. Emeklilik öncesinde bahçede ufak tefek denemeler yaptık. Dalından koparılabilecek domates, biber, kabak, patlıcan üretimi gibi. Konu canlı hayvan bakıcılığına gelince ilk bahçemize giren tür tavuk oldu. Onu arı izledi. Bilahare ördek kaz, hindi. Bahçe köyün dış çeperinde olduğu için yabani hayata da açıktı.
“Öğretim üyeliği statümde bir değişiklik görmüyorum”
Sizin için ‘öğretim üyeliğinden Çobanlığa’ ifadeleri kullanılıyor. Ne düşünüyorsunuz?
’Öğretim Üyeliğinden Çobanlığa’ ifadesi ilk bakışta seviye düşmesi gibi görünse de emekli öğretim üyeliği statümde bir değişiklik görmüyorum. Çobanlık başta peygamber mesleği olarak saygı duyulması gereken bir uğraş. Benim çoban olma gibi bir hevesim bunu sürekli yapma arzum yok. Benim koyunlara sahip olma rolüm var. Bahçemin sınırları belli bunun dışına çıkmıyorum. Aslında bir çoban için bu kadar dar alanda ağaçlara zarar vermeden koyun gütmek meşakkatli bir iş. Çobanlık sanıldığından farklı ve ağır olduğunu bu kısa deneyimimden rahat söyleyebilirim. İşi kolaylayan çoban bu işi yıllarca yapması gerek. Sürü güdeni tanıyor. Güzergahı tanıyor, nerede otlanacak nerede yatılacak nereden su içilecek sürü öğreniyor. Çoban sadece gidiş gelişlerde onlara nezaret ediyor, arsız hırsızlara bir ölçüde yırtıcı hayvanlara karşı sürüyü koruyor. Şunu belirteyim ki çoban sayılmam sadece bazı noktalarda çobanın öğrendiği hayvan dilini kısmen anlayabilmemden olabilir. Koyunca bir dil var mı? Var. Sen sadece bu lisanın seslerine kulak vermeyi bil. Özellikle insanlarla iletişimi güçlü hayvanlardan biri koyunlardır. Koyunlarda şunu gördüm. Onca çeşitliliğine rağmen tabiattaki birbirine benzer otlar içinde yiyeceğini seçmek mucize nevinden bir şey. Ben onların gözlerine bayılıyorum onlarla sanki konuşuyorlar. Pek çok özellikleri itibariyle insandan üstün yaratılmış oldukları kesin. Kesin kuralları ve hiyerarşileri var. Sürü lideri ekseri güçlü dişi koyun oluyor. O sürüyü nereye götürürse oraya gidiyorlar. Sürünün koçu nesli devam ettirmek için cinsiyetini kullanıyor. Hiç bir koç kızana gelmemiş dişiye yan bakmıyor. Bazı insanlar hayvanları aşağılarken ona verilmiş görev dışına çıkmayan koçtan hiç ibret almazlar mı? Belki de bir kısım insanlık dışı huylarımızın ortaya çıkışında bizim tabiattan ciddi şekilde uzaklaşmamız bu yetmiyor gibi onu tahrip etmemizde yattığı söylenebilir.
Belli bir kapasitede yerim olması sebebiyle koyun sayısını bir nokta üzerine çıkaramam. Koyun bir çocuk gibi başında adam ister. En az iki öğün yem verecek birinin olması gerektiği için Manisa dışındaki evlat ve torunlarımı ziyarette koyunların ciddi ihmal kaynağı olduğu için sosyal ilişkilerime olumsuz etki yarattığını biliyorum. Şimdilik 30 koyuna kadar çıkabilmiş olmak bile benim için ciddi bir deneyim. Koyun bakmanın en heyecanlı anları doğumlar kuzuların ilk memeye erişmeleri seyre değer. Kaçınılmaz olan ölüm ve hastalıklar da koyun dünyasının vazgeçilmez gerçekleri. Hoş olan torunlarımın bizi ziyaretlerinde onlara hatırı sayılır ilgi alanı yaratmış olmak. Onların hayvanlara ilgisi onları sevmesi oynaması, onları yemlemesi, yaşadıkları heyecan hazzın benzerini biz de yaşıyor mutlu oluyoruz.
“10 yılımı akademik görevlerimi aksatmadan verdim”
Kariyeriniz sırasında müze çalışmaları da bulunuyor. Bizlere anlatır mısınız?
Şahsımın Manisa’ya kazandırdığı iki ziyaret alanı müzeden biri. Mevlevihane’nin hikayesini ayrı bir bahse konu olabilir. Tıp Tarihi Müzesi’nin oluşumunda 3 yıl, kuruluşu ve yönetilmesinde 7 yıl toplamda 10 yılımı akademik görevlerimi de aksatmadan verdim. Şifahanenin üniversiteye tahsisi hakkında bahsetmiştim. Tarih bölüm başkanlığım sırasında vilayetin kültür varlıklarından bazılarını üniversitenin uhdesine verme kararında rol sahibi olmuş tahsis şartlarını da belirlemiştim. Buna göre Şifahane 10 yıllığına üniversiteye devredilmiş olsa da tahsis şartı ancak 2013 Aralık’ta gerçekleşti. Tahsisten ilk 10 yılda burası üniversitenin araştırma merkez müdürlükleri ve bağış kitaplıkları için kullanıldığını söyleyebilirim. Bağış kitaplıklar içinde bence en kıymetli olan Nihat Yörükoğlu’nunki idi. Önemli bir Manisa tarihçisi olan Yörükoğlu, Süheyl Ünver’in de desteğiyle Şifahaneyi 1964’lerde sağlık bakanlığına bağlı Sağlık Müzesi haline gelmesinde ön ayak olmuş kıymetli biridir. Ancak bu müze ilk 10 yıllık kullanımdan sonra ilgisizlik sebebiyle Vakıflar Genel Müdürlüğü’ne iade edilmiştir. Yörükoğlu’nun kitaplarında bu müze hakkında tafsilat bulunabilir. Ben de onun kitabinden öğrenmiş müzenin 1970’li yıllara doğru ilgisiz kalmasına anlam verememiştim. Konu 1995-1996’da beni bulunca ilk kalemde Yörükoğlu’nun teşebbüsü ve dile getirmiş olduğu gerekçeler benim de vilayete sunduğum gerekçeler arasındaydı. Yani tahsiste üniversitemin aynı amaçla bu yeri Manisa’ya kazandırabileceğini belirtmiştim. Ama ilk 10 yıl yukarıda belirttiğim gibi merkez müdürlükleri ve bağış kitaplıkları olarak tahsis şartına uygun olmayan şekilde kullanılmıştır. Bu durum vakıfların dikkati çekmiş üniversiteye binanın tahsis amacına uygun kullanılmadığını hatırlatması sonrasında üniversite yönetimi benimle irtibata geçmiştir. Dönemin rektörü M. Pakdemirli buranın müze haline getirmemi istediğinde müze işinin öyle sıradan bir iş olmadığını ihtisas gerektirdiğini hayli uzun bir süre araştırma ve inceleme yapılması icap ettiğini, bu işi yapacak kimsenin bilim diline vakıf asgariden tıp eğitimi almış olması gerektiğini söylesem de kabul etmedi. Rektöre göre hali hazırda yöneticisi olduğum Manisa ve Yöresi Türk El Sanatları Araştırma ve Uygulama Merkezi Müdürlüğü uhdesinde müze oluşturacaktı. Bu merkezin varlık amacıyla tıp tarihi müzesi arasında bir bağ kurulmasının zor olduğu için şiddetle itiraz ettim ama dinletemedim. İkinci bir nokta benim alanım ile Tıp Tarihi mukayese kabul edilmez ayrı disiplinlerdi. ‘Hocam bu alanı ben bilmiyorum anlamadan öğrenmeden bir şey yapamam bu görevi tıpçı arkadaşlara vermeniz uygun olur’ desem de bunu yapabilecek kimse yok diye reddetti. Hocanın bu işi bana önerirken dayandığı tek gerekçe şifahanenin üniversiteye devrinde rolümün olması. Buna ilaveten ‘Mevlevihane’yi sen yapmışsın deneyimin var başta üniversiteye sen kazandırmışsın müze de yaparsın’ şeklindeki ısrarı üzerine ‘Bir inceleme yapıp size bir rapor sunarım’ dedim. Memnun oldu desteğinin arkamda olduğunu belirtirken üniversite imkânlarının çok sınırlı olduğunu bilmemi de özellikle vurguladı. Kısaca nasıl başladığımı şöyle belirtebilirim: Müze yapmak teknik ve birikim gerektiren bir alan olduğu için önce buna yönelik bilgiler araştırdım. Sonra burası şifahane olduğu için kadim tıp tarihini inceledim. Hekimler üzerine araştırmalar yaptım Batı tıbbını, çin, Uygur, Mısır tıbbı üzerinde incelemelerde bulundum. Hekimlik anlayışı yanında hekimleri kullandığı ilaçlara gelince fitoterapi bitkisel tedavi ve diğer yöntemlerden haberdar olmak gerektiğini gördüm. Kabaca ifade ettiğim bu plan harfiyen gerçekleşti yetmedi başta Kur’an’daki şifa ayetleri güzel yazı hat sanatıyla yazdırıldı. Bir başka sunum minyatür sanatı ile çeşitli hastalıkların nasıl tedavi edildiği aktarıldı, avlu havuzunda oluşturulan ışıklı ambiyans müziğe göre hareket edebilen sistem avluda oluşturuldu. Tıbbi araç gereçlere ait objeler cam korumalı dolap veya platformlarda sergilendi. 3D ile müze tanıtım filminin yanında 13 animasyon yaptırılarak internet ortamında müze ziyaretçilere açıldı. Avluda Manisa halkının gönlüne girmiş sevilen hala hafızalarda duran 30’a yakın doktorun kısa biyografisi poster halinde avlu duvarında sunuldu. Manisa’ya iki müze kazandırmış olmamdan dolayı gerek üniversitemce gerekse Manisalı kurumlardan herhangi bir plaketle onurlandırılmasam da bana müze oluştururken yardım destek, fikrini paylaşmış onlarca dostum olmuştur. Bunu da müze açılışında ifade etmişimdir.
Manisa kültür varlıkları açısından zengin illerimizden biri burada birden çok fazla müzenin olması gerekir. Yeni binasıyla Manisa müzesinin yakında devreye girecek olması sevindiricidir.
“Burası da benim memleketim”
Son eklemek söylemek istedikleriniz var ise alalım.
Herkesin her şeyin hayatta-dünyada bulunmasının bir sebebi var. O sebebe bağlı da bir denge var. Halıkın hikmeti bu. İnsan olarak bizlerin bu dengeyi bozmadan konumunu bilmesi gerekir. İnsanlık serüveninde biz Türklerin yarattığı medeniyetler insanlığa uygun medeniyetler idi. Buna biraz ibret gözüyle bakabilsek inşa ettiğimiz vakıfların amaç ve işleyişinde görebiliriz. Hafsa Sultan vakfiyesi ve onun eseri olan külliye ve içindeki Şifahane, bunun açık misalidir. Bu yüzden de çok önemli. Burada bir medeniyetin ruhu ve hikâyesi hasılı geçmişi bulunmaktadır. Kimlikler tarihe bıraktığınız izler üzerine inşa edilirler. Eğer ülkemizde genç nesillerin kimlik kazanımında bir sorun yaşıyorsak mazimize olan ilgimizin azaldığında aramalıyız. Bu açıdan Özelde Manisa genelde ülkemiz hayli şanslı sayılır. Şahsen Mevlevihane’de ve Darüşşifada yapmak istediğim düne ait olanı canlandırarak ziyaretçilerin dünle irtibat kurmasını sağlamak olmuştur. Dünle, değerleriyle irtibatlı olanlar kimlik ve karakter sorunu yaşamayan insanlardır. Ahmet Yeşil olarak kendimi tanımlamak için öncelikle kendimi anlamanın bitmesi gerekir. Hayat sürekli yenilendiği için insanda değişiyor. Yetmiş yaşıma gelmiş biri olarak fizyolojik çerçevede vücudumdaki hücre boyunun kısaldığını bazılarının benden ayrıldığını biliyorum. Bu da sanki hayatın sonuna yolculukmuş gibi geliyor bana. Ruhen dinginleşmenin fikren olgunlaşmanın evresindeyim. Şu ana kadarki Ahmet Yeşil’i tanımlamak icap ederse mücadeleci, azimli, sabırlı hiperaktif, inançlı, memleket sevgisi imanı kadar kuvvetli biri.
Anlaşılmam adına kısa bir tespit: Ankaralı olmama rağmen bir Manisalı gibi hatta ondan fazla Manisa için çalışmamı birileri yadırgadığında verdiğim kısa cevap olmuştur: Burası da benim memleketim.