Bir düşünün: Her şey giderek hızlanıyor. Haberler anında cebimize düşüyor, yemekler dakikalar hatta saniyeler içerisinde masamızda oluyor, iletişim artık birkaç salise içinde gerçekleşiyor. Peki ya biz? İnsan zihni ve bedeni bu hıza uyum sağlayabiliyor muyuz? Yoksa bu hızın yarattığı yük altında farkında olmadan kayıp mı oluyoruz?
Eskiden bir haberin dünyaya ulaşması haftalar alırdı. Hatta kendi tarihimizden örnek vermek gerekirse Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti’ni dünyaya tanıtmak ve uluslararası alanda kabul görmek için 1926 yılında Gülcemal adlı bir gemiyi kullanarak Avrupa ülkelerine Türk heyetlerini göndermiştir.
Yani bu olaydan anlayacağımız haberlerin yüzyılı geçtim bir 20 yıl önce bu kadar hızlı yayılması mümkün bile değildi. Şimdi bir tweet saniyeler içinde milyonlarca insana ulaşabiliyor.
Ama biz insanoğlu bu kadar hızlı mıyız? Hislerimiz düşüncelerimiz, kararlarımız bu hıza ayak uydurabiliyor mu? Yoksa hızın büyüsü ile kendimizden ve doğallığımızdan mı uzaklaşıyoruz.
Bir başka konu da tüketim. Hızlı yemek, hızlı moda, hızlı tüketim. Ancak hızlı tüketim, hızlı tükenişi de beraberinde getiriyor.
Detaylı düşünüp olayları algılama zamanımız gelmiştir belki de. Belki de durmanın zamanı gelmiştir. Durup nefs almanın, bir anlığına bile olsa kendi hızımızı sorgulamanın. Çünkü hızın büyüsü ne kadar cezbedici olursa olsun kendi hayatımızın altında ezilmek ve boğulmak hiç iç açıcı olmayabilir.
Şimdi size bir soru: Hızlı bir dünyada yavaş bir insan olmayı tercih eder miydiniz? Yoksa hızla beraber gelene boyun eğip, bu tempoda kaybolmayı mı?