Geçen günlerde Kula gezisine katıldık; kendi bölgemizdeki doğal ve tarihi güzellikleri görmek büyük bir mutluluk. Çevremiz büyük bir turizm potansiyelini barındırıyor…

Kula, çarşısında-pazarında, insanında kültüründe Osmanlı esintileri barındıran bir yer. Buraya geldiğinizde öyle şatafatlı bir şehir görmeyeceksiniz; pek düzenli de sayılmaz. Gördüğümüz manzara eski Anadolu kasabalarından pek farklı değil. Şehre şöyle bir dışarıdan bakınca, önce kabası çıkan betonarme binaların uyandırmış olduğu çabucak bir büyüme arzusunu görüyorsunuz; derme-çatma kagirlerin arasında telefon konturcuları, beyaz eşya ve bankalar yer almış.

Öte yanda Kula’ nın diğer yüzünde benliğindeki daha ateşli ve kadim geçmişini saklamanın zorakî ağırbaşlılığı hissediyorsunuz.

Biz kulak verince şimdilerde sessiz, hatta yıkılmak üzere olan birçok evin bize fısıldadığını duyduk. Eski günlerin hikayelerini anlattılar. Dediler ki, geçmişte, akşamüstlerinde, patikadan bu yöne gelen kağnı ya da at arabasının yorgun adımlarını görecek, çeşmede toplanan Göçerler tulumlarını gevşetirken, doldurulan suyun son damlalarını taşıracak… Diğer yanda yalaklara öküzlerini bırakıp kahveye oturan ağalar, tünekte çömelen ırgatlar, meraklı gözlerle sizi izleyecek; öte mahallede belki yoğurtçuların, şerbetçilerin, helvacıların askılarında taşıdıkları mallarını dolaştırırken, çocukların çarıklarına yapışan otları, kasımpatıların ne kadar büyüdüğü fark edeceksiniz...

Esnaflar birazdan dükkânlarını kapatacak… Ekâbirler işi biraz ağırdan alıyorlar; leblebeciler, nalburiye ve tahincilere dikkat edin, genellikle bu meslekleri devam ettiren eski insanlardan bugün hâlâ var.

Akşam esintisi çıktı... Arnavut kaldırımlı taş kaldırımları bitiriyoruz; kerpiç duvarlı bahçeler, geniş avlulu evler; hanaylar ve çatıları neredeyse birbirine değen konakları seyrediyoruz.

Eski evlerin önünden birer birer geçerken kapılardaki demir halkalar belki de şehrin karakterinde anlaşılmayı bekleyen gerçek hikâyeleri anlatıyorlar bize. Yokuşa doğru verandaların görüldüğü, atkıları dışarıya genişçe açılan cumbalı evler, badanaları daha kuvvetli vurulan Karakol binası, camisi, kilisesiyle bir masal dile geliyor.

Bir taş fırınında ekmek tütüyor; belli belirsiz bir tandır kuyusunda çömlek pişiyor. Ama buranın en narin kokusu begonvillerden geliyor, maalesef geç açıp erken solacaklar; sabah olunca bağıran renkleriyle menekşeleri göreceksiniz; asmaları saymıyorum bile…

Ah o koruklardan ne ekşiler çıkar; yapraklardan sarmalar. Küstüm çiçekleri sarmaşıklara dolanmışlar....

Sabah.

Hafif bir toz kalkıyor yoldan. Doğu tarafında, ta ileride yamaçlara doğru bir başka tarih, daha yeni yeryüzüne fışkırırken bu sefer binlerce, hatta milyonlarca yıl öncesinden bize sesleniyor.

Oraya Kuladokya diyorlar. Burgaz mevkii de denen bu yerin çevresinde volkan tüflerinin şapkalarını taşıyan yumuşak toprağın yağmur, rüzgâr ve erozyonlarla oluşan ilginç yüzey

şekilleri görüyoruz. Bu bölgede çok yeni sayılabilecek bir zamanda açığa çıkan peri bacalarına benzer tüflerin oluştuğu coğrafyada milyonlarca yılın tortusunu taşıyan lav tarlaları uzanıyor.

Dikkatli bir gezintide dağın tepelerinden aşağıya sütun başları, lahitlerden kopan parçalara rastlayabilirsiniz; antik şehrin kalıntılarını aramak heyecan verici bir keşif ve macera duygusu yaşatıyor bize.

Siz de bu anı yaşayın...

Kulodakya’ ya gidin… Kula’ ya gidin.

Kula evlerinde kalın; volkanik safari topraklarında doğanın ve tarihin keşfine çıkın. Mahallelerinde dolaşın. Küstüm çiçeklerini arayın...

Siz siz olun, bu tarihe küsmeyin