Uygarlık gelişimi açısından dünyaya bakıştaki insan ve doğayı kavrayış felsefesiyle, demokrasi ilişkisi üzerine konuşacağız.
Bir kere Batı düşüncesini etkileyen birçok felsefeci, Aristo’dan Kant’a, Locke’ tan, Epikür’e, hepsi kalın ciltlerle bu konularda kendi mantık teoremlerini anlatmıştır.
-Burada Batı felsefesinden söz ettiğimizi tekrar vurgulayalım…-
Bu düşünürlerin ele aldıkları konulardan biri: Varlık ve Tanrı kavrayışıdır. Tabii buradaki ‘tanrı’ ile belirtilen ‘Tevhit’ inancı değildir; çok tanrılı bir güçler dengesi vardır ve iyi-kötü mücadelesinin, üstünlüğe dönüşen kader süreci, dünyasallaştırılan üstün ırklarla simgelenmiştir…
Bunlara ‘mit..mitos’ denir. Kısaca özetlersek;
1:Mitosların ortaya çıkış sebebi, hayatın nasıl başladığı, insanların nasıl ortaya çıktıkları sorusuyla ilgilidir…
2: Üstün Irkların müdahalesiyle Canlılar dünyasının medeniyet kavgası öykülerle anlatılır.
3: Bu hikâyelerde Üstün insanların hayalgücünü kurcalayan duyguları ile ölümlüler dünyasının ‘bilgi’ ile neler yapabileceği kıyaslanır.
Bu noktalar esas olarak hayatın başlangıcına dair fikirlere götürür bizi; aynı zamanda evrenin neden (nasıl değil) yaratıldığına dair inançlara; ve medeniyet gelişimine dair toplumların bilincine ilişkin süreci anlatır…
Bu konular ‘din ile felsefenin’ iç içe geçtiğini gösterir. İşte Batı medeniyetinde ‘Rönesans’ adı verilen ‘dinin toplumsal alanda referansların azalması’ konusu buradan gelir… Bilgi, evreni tanıma konusunda gözlem ve modellemelere yöneldikçe; Bilinç, soyutlamalara, tanım ve içerikleri itibariyle tutarlı bir bütünselliği aramaya başladıkça, Din, felsefeden ayrılma sürecinde değerlendirilmiştir.
Buna ‘sekülerleşme’ denir…
İşte Batı dünyasında ta Ortaçağa’a, bu dönemin Rönesansına neden olan Protestan ahlakına, Krallıklara ya da Papalığa karşı çıkışla halkın ‘demokrasi’ taleplerine yol açan fikri düşünce böyle hız kazanmıştır…
Peki ‘sekülerleşme’ ile ‘ mitos’ nasıl olup ta birbirinden ayrılmaya başladı? İşte bilincin soyutlaması burada önem kazanıyor.
Mitos ile din’in içice geçtiği dönemlerde ki insanoğlunun EKONOMİK DEĞER üretme süreci basitti… Doğaya çok bağımlıydı. Giderek, doğaya yeniden biçim vermeye evrimleşen bir süreçte iş aletlerini geliştirdi; mesela balta’ dan kılıç’a, ya da meyvesini hazır topladıkları besinlerden tohum depolamaya başladı…
Ancak çok önemli bir sorun vardı: doğaya bu kadar bağımlıyken tarım ürünlerinin toplanması da riskli oluyordu; bu nedenle mevsim dönüşümlerine bağlı bir takvim düşüncesi gelişirken, bunu bir sistem’e oturtma zorunluluğu doğru…
Vergi ve adam çalıştırma gibi yönetim konuları için bir hükümranlık tesis edilmeliydi; birileri sürekli kazanırken Yöneten-yönetilen ayrımı bunu doğal bir hak olarak görmeye başladı. (Ortaçağ soyluları da bunun içindedir, despot rejimler de… Komünist rejimler de böyledir, Faşist devletler de, Aşiret devletleri de.)
Ancak bilgi’ nin evrenselliği, insanların bilinç düzeyindeki farkındalığını arttırdıkça, otoriteyi kutsayan ve halkı sömüren yapılar deşifre olmaya başladı.
İşte demokrasi’ nin önemi buradan ileri geliyor;
Demokrasi temelde bireyin değerine saygı esasına dayanır…. İnsan hakları ve rejim arasındaki ilişkide esas alınması gereken demokratik normlar burada ortaya çıkıyor:
1-Demokraside devlet, yurttaşlarından hizmet beklemekle değil, onlara hizmet vermekle yükümlüdür.
2-İnsanlar dünyaya doğal haklarıyla gelir; yani ırk, din, cins, zenginlik farkı ya da herhangi bir özürlü olmasına bakmaksızın, Devlet vatandaşlarının yaşam ve onurunu korumakla sorumludur.
3- Halk kendini yönetme gücünü kazanırken en başta İktidar, karşıtlar arasında barışçıl bir süreçle el değiştirmelidir.
4-Evrensel bakış ve bilgi düzeyini geliştirmede fikir farklılıklarını güvence altına almalıdır.
Bu dört ana başlık, demokratik felsefe diye bir kavram varsa, bunun içinde değerlendirilebilir sanıyorum. Yani demek istediğim, Demokrasi ve felsefe arasındaki bu ilişkiyi çözebiliyorsak, insan hakları-anayasa-devlet- ekonomik düzen gibi kavramları üzerine konuşabiliriz…
Bunları bilelim ki, ‘dünya bizi kıskanıyor!’ havasından çıkıp biraz ciddi olalım!