Kendimizle hesaplaşmalarımız bir çığ gibi büyüyerek uzunca yollar aşıyordu. Karanlığın büyülü sessizliğine dalıp birkaç saat etrafı gözlemledim. Öfke ve tahammül arasındaki bu kısa çizgi, alıştığım tüm duygulara yakından benzerlik gösteriyordu. Çatışmaların mağlup tarafı olarak varsaydığım benliğimin haklı tarafı da kafamın içindeki gürültüden ibaretti. Deneyimlerimi kâğıda döktüğüm yılın sekizinci ayında sayısız olayın nedenini aradım. İrdelediğim her noktada içime sinmeyen bir şeyler vardı. Anlamlandıramadığımda kaçmak istedim, akışa bıraktığımda eksik kaldı.
Tesadüf tüm bunları karşıma çıkarmasaydı kendimden ne kadar öteye gidebilirdim? Asla ve keşkeler var elbet ancak yepyeni hayaller beraberinde gelir. Bir olayın gerçekleşmesinde sabretmek kadar inanmak da önemlidir. Bir gölge gibi yanı başımızda getirdiğimiz yılların birikimi, yerini zaman zaman göğsümüzü dolduran inançlara bırakır. Kırgınlıklar, hiç geçmeyecekmiş gibi hissettiren olumsuzluklar ve anlamlandırılamayan her bir olay zihnimizi yiyen birer canavara dönüşür. Beynimizde sürekli dönüp duran o karmaşa bilinmezliğe doğru yepyeni bir kapı açılmasını sağlar. Kapının ardındakini görmeden bir yargıda bulunursak veya açmaya hiç isteğimiz yoksa yeni beklentiler giderek zorlaşır. Umudun merdivenlerinde takılıp düşmek istediğimize ulaşmaktaki yörüngemizi oluşturur. Hayatta da istediğimize ulaşabilme yolu sayısız başarısızlıklardan ibaret değil midir?
Vazgeçişler, gecenin puslu karanlığında düşüncelerimize eşlik eder. Her yeni gün doğumuyla takvimden eksilen bir yaprak, yaşamımızdan geçip giden bir güne bedeldir. Hayat, beklemek için yeterince kısa iken bu anlam yaratma çabası neden? Suçlusu olmadığımız olayların hükümlüsü saydığımız kendimiz için iç dünyamızın muhakemesini yaptığımız yargıç yine bizden ibarettir. Şimdi aç pencerelerini ve var farkında düzendeki eşsiz ahengin. Tutunabildiğin kadar tutun, aşamadığında pencerendeki kuş gibi uçup gitsin. Yıllar ak düşürürken saçlarına bir dilek de sen bırak gökteki yıldızlara...