‘2021 Yunus Emre ve Türkçe Yılı’ kültür yayınları arasında önemli bir kitap yayımlandı. Yazar, öğretmen, tarihçi sıfatlarını nezaketi ve araştırmacı özelliklerindeki milli duyarlılığıyla bütünleştiren değerli dostum Naci Yengin’in, ‘Yunus Emre’nin İzinde’ kitabını okuyorum.
Yunus Emre’nin vefatının 700. Yıldönümü etkinliklerine önemli bir katkı olarak yayınlanan bu eser öncelikle bu büyük tasavvuf erenimizin mezarının nerede olduğu sorusuna güçlü bir tez ile cevap arıyor. Buna göre Yunus Emre’nin kabri Manisa Kula ilçesinde, Emre köyündedir!
Ben bu fikre katılıyorum.
Kitabın ilk sayfalarında ifade edildiği gibi konu halen tartışmalıdır; ancak Manisa dışında olduğunu ileri sürenlerin tezleri, Yunus makamının Kula İlçesi Emre Köyündeki ihtimalinden fazla değildir! (Bu köy Tapduk Emre tarafından günümüzden 750 yıl kadar önce Saruhanoğulları Beyliği’ne bağlı olarak kurulmuş olup Batı Anadolu’da kurulan ilk köylerdendir.)
Biliyorsunuz Yunus Emre’nin şeyhi Taptuk Emre’dir.
Taptuk Emre’nin türbesi Kula-Emre Köyündedir.
Yunus’un adeta vasiyet niteliğindeki şu dizeler de Şeyhinin ‘eşiğinde’ yattığını göstermez mi?
‘Hak bir mürşit verdi bana, Kapısında öl dediler’
‘Ko beni yatayım şeyh eşiğine!’
Yunus’un izinde kitabının bir bölümünde ‘eşik’ kelimesinin anlamına ilişkin Türk töresindeki uygulamalar örnek veriliyor. Mesela ‘Kapı ardı’ ‘Kapı ağzı’ veya ‘eşik’, töredekilerin hizmetinde ve buyruklarında olanlara işaret eder. (Tör yani baş köşe: Atlı bozkır kültürü döneminde çadırlardaki “tör”lerin yerini yerleşik dönemde “başköşe” kavramı almıştır.)
Yunus’un Şeyhini başköşeye oturtan ve kendisini ‘eşiğine’ yatıran düşünceyi anlatmak için aynı zamanda ‘basamak’ teşbihi kullanılıyor; yani kapı-Eşik bağlılığından hareketle Yunus Emre nin Tapduk Emre türbesinin eşiğinde, o mekânda yerini bulduğuna işaret ediliyor.
Yunus Emre’nin Tapduk Emre türbesinin eşiğinde bulunduğuna dair arşiv kayıtlarında bilgiler de var. Örneğin Bursalı Mehmet Tahir ‘H. 1324 (M 1906-1907 tarihini taşıyan ‘Aydın Vilayetine Mensup Meşayih, Ulema, Şuara, Müverrihin ve Etıbbanın Teracim-i Ahvali’ adlı eserinde anlatılır. Buna göre Yunus Emre, Taptuk Emre’nin türbesinin ayakucuna gömülmüştür.
Yani Kula İlçesi Emre Köyündeki türbede...
Bu araştırmalar sırasında M Çağatay Uluçay’ın ‘Yunus’un Mezarı’ ile İbrahim Gökçen’in ‘XVI ve XVII. Asırlarda Saruhan Zaviye ve Yatırları kitaplarının da kaynak eserler arasında olduğunu belirtelim. (Bu insanlar yaşadığı dönemin bin bir zorluklarına rağmen Türk kültürüne önemli hizmetlerde bulunmuştur. Saygıyla yad ediyoruz…)
Kısacası, Tapduk Emre’nin mezarının eşiğinde yatan makam Yunus Emre’dir.
Kitabın başlangıcında bu konuya epey bir bölüm ayrılmış. Yazarın iddiasını temellendirmek açısından titiz bir kaynak taraması yaptığını görüyoruz.
İkinci başlık (Kitapta ‘başlık’ olarak sınıflandırılmamış elbette, ben okumamı böyle yaptım.) Tapduk Emre ve Yunus Emre’nin yaşadıkları dönemler ele alınıyor.
Nitekim Yunus Emre’yi tanımak açısından o çağı iyi bilmek gerekiyor. Bu husus Anadolu’nun Türkleşmesi ve Müslümanlaşmasında önemli bir tarihi kavşağın tanıklığını göstermesi açısından da önemlidir.
Çünkü o dönem’ Anadolu Türklüğünün var olma mücadelesi verdiği, inanç ve milli kimliğin; zihinsel çöküşün had safhada olduğu dönemdir.’ (S/30)
Haçlı ve Moğol istilaların tehdidi vardır; devlet idaresi kötüdür, neredeyse halk aç ve güvenlik yoktur. Siyasi toplumsal, ekonomik kargaşa yanında Türklük fikriyatı söndürülmeye çalışılıyor, beylikler dağılıyor, Türkmenler baskı altına alınıyordu.
İşte bu ortamda Yunus Emre ‘Birlik’ düşüncesini ortaya koydu. Üstelik insanların meşrep, mizaç, huy farklılıklarını sevgide buluşturan bir temel kurdu; bunu yaparken daha çok Arapça-Farsça ele alınan tasavvufi-inançsal meselelerin karşısına ‘Türkçeyi adeta ilahi bir dil hüviyetine (S/15)’ yükselten milli bir duruş sergiledi. Bu nedenle bence İtalyan dilinin gelişimine katkıları itibariyle bir Boccaccio neyse, Yunus Emre en az onlar kadar Türkçenin gelişimine katkıda bulunmuştur. (Bu iddiamın maddi bir temeli yok, sadece his diyelim; hatta Mevlâna’yı da Dante’ ye benzetebiliriz.)
Şahsen Yunus’u okurken yüksek ifade gücünün harikuladeliğine büyük bir hayranlık besliyorum.
Ama bu beyitlerin nasıl bir felsefi gelenekten süzülüp geldiğini bilmek gerekir.
İşte üçüncü başlık olarak görebileceğimiz ana eksen burada kendini gösteriyor:
Kitapta Yunus Emre’nin tasavvuf düşüncesinde Horasan kökenleriyle bağ kuruluyor. Yunus Emre –ailesi- Horasan kökenlidir. Tıpkı Tapduk Emre’ de olduğu gibi; ikisi de aynı coğrafi kaynaktan geliyor. Yani aynı toplumsal ve manevi bağdan geliyorlar…
(Tapduk Emre Manisa’ ya geldiğinde Horasan’dan daha önce gelenlerle buluştu. Nitekim Tapduk Emre’nin hocası Barak Baba, Manisa’ da türbesi bulunan Revak Sultan’ın babasıdır.)
Yunus Emre Şeyhinin mensubiyetini şu dizelerinde anlatır bize:
‘’Yunus’a Tapduğu Saltuğu Baraktandır
Çün gönülden Cuş kıldı men nice pinhan olam.’’ – Pinhan kelimesinin bir anlamı ‘gizli-saklı ya da gizlenmiş demektir.-
Öyle görünüyor ki Horasan bağlantısı hem dil hem şahsiyet açısından ortak bir geçmişe sahip. Ama bu akış önemli bir tasavvufî geleneği de getiriyor; buna ‘Horasan Ekolü’ deniyor ve en önemli temsilcisi de Ahmet Yesevî!..
İşte bu Yesevîlik yolu Türklere İslam’a ısındıran en önemli ‘felsefi’ akıştır; buna da Maturidilik denir.
Toparlarsak tüm bu çalışmalar bize Tasavvuf Erenlerinin Anadolu Türklüğünü bir millet olarak, devlet olarak harcını nasıl kardığını inanç ve milli kimliğin oluşmasına nasıl katkıda bulunduklarını da anlatıyor.
‘Yunus Emre’nin İzinde’ olmak biraz da bu geleneği-felsefeyi bilmekten geçiyor.
Naci Yengin’in bu kitabını okumanızı tavsiye ederim.

https://www.formathaber.com/wp-content/uploads/2021/08/IMG_1606-300x288.jpg