Tarih ilgimizi çekiyor ama ‘bilim metodolojisine’ dair üniversal bir zihniyet yapısı öne çıkmıyorsa, geçmiş bir kurguya dönüşebilir.
Nitekim bazılarımızda görüyoruz, ne anlı-şanlıydık, diye… Öyle tamam da, ya bugün ne yapıyoruz? Yani yeni şeyler söylerken, bilim ve kültürden filizlenen uluslararası rekabete dayalı önermelerde bulunuyor muyuz; yoksa işimiz gücümüz tembellik mi?Bu çelişki üzerine düşünmezsek geçmiş kuru bir başarı öyküsü olur, hayallerle bugünün gerçeklerini birbirine karıştırırız.
Mesela tatilcilerin kamp kurduğu bölgede çöpler dağ gibiyse; ya da eskiden yeşillik olan alanlar yangın yerine dönmüşse… Deniz kirletiyorsa; börtü böceğin yaşam sahaları kısıtlanıyor, yok sayılıyorsa; biz de çevre bilincinin yeterince gelişmediğini söyleyebiliriz.
O halde soralım, Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul sokaklarında kireç döktürmesindeki çevre duyarlılığına günlük alışkanlıklarımızda yer vermiyorsak?...
Ya da Mustafa Kemal Atatürk’ün ‘yürüyen köşk’ adı verilen ve ağaca zarar vermemesi için evini on-on beş metre uzağa kızaklarla kaydırmasındaki doğa sevgisini bugün gösteremiyorsak?..
Veya başka türlü soralım:
Bugün, eğer kapımızın önünü süpürmüyorsak, etrafımızı kirletenlere duyarsızsak, çevremizi pis tutuyorsak; ağaçları köklerken yerlerine yenisini dikmiyorsak, bitki çeşitliliğini önemsemiyorsak; canlı yaşamlarına ilgimizi kısıtlayıp, daha güzel bir dünya için çalışmıyorsak…
Geçmiş başarılarımızla avunmanın davranışlarımıza yansıyan zihni kökenlerini anlayamıyorsak?…
Tarih kültürümüzde bir eksiklik var demektir!
Fakat konu, bu bilinebilir tarihin de çok çok öncelerinde başlıyor…. Doğa’ nın bizlere bahşettiği bu inanılmaz çevre güzelliklerinin geçmişi milyar ve milyar yıllar öncesine dayanıyor.
Öyle bir eko-sistem den söz ediyoruz ki, yani bitki hayvan, su, iklim ya da toprak gibi unsurların nasıl bir araya gelmiş, müthiş.
Mesela bitki çeşitliliği diyoruz ya, çok değil 400 milyon yıl öncesine uzanalım…
O dönemlerde havadaki oksijenin artması, atmosferin koruyucu kalkanının uzayla aramızda tabakayı kalınlaştırmasına neden oluyor…
Dünya kendini korumaya alınca yeryüzünde kaya tabanı biraz daha sertleşip yerine oturuyor.
Bu aralar moleküllerin hücrelerinde de bir hareket var, toprağın minerallerle zenginleştirilmesinden sonra hayat daha bir canlı hale geliyor.
Tüm bu süreçler ancak ve ancak İNANILMAZ MUHTEŞEMLİKTE olasılıkların buluşmasıyla hazırlanıyor.
O dönemde yeryüzünde çok şiddetli bir basınç var: Avrupa’yla Kuzey Amerika kıtaları çarpışıyor…
Dünyanın dönüşü o kadar hızlı ki bir yıl yaklaşık 400 gün çekiyor.
Bir gün yaklaşık 21 saat!...
Devam ediyoruz; bu dönemde okyanuslar şimdiki gibi dünyanın yüzde yetmişi değil yüzde seksen beşini kapsıyor; dev dalgalar, okyanusun yüzlerce metre boyundaki hırçın sular, volkanik patlamalarla ‘büyüyen’ dağları dövüyor…
Okyanusların her kabarmasında ağaçları denize çekiyor; onlarla birlikte kayaların diplerini parçalıyor; toprak erozyona uğruyor, besinler tepelerden nehirlere ve okyanuslara akıyor.
Bu arada korkunç yıldırımlar çakıyor; enerji transferleri oluyor; elektronlar çarpışıyor, yeni bakteri türevleri; su yosunları ürüyor.
Denizler müthiş bir canlılık çeşitliliğine sahipken zamanla dağlarlardan kopan gelen ağaçlar derinlere yığılıp çürüdükçe oksijeni tüketiyor… Derinlerde zehirli hava genişledikçe yeni moleküler tepkimeler su kıyılarında yosunumsu dalları oluşturuyor; fırtınalarla birlikte organizmalar karaların içine giriyor,
Tohumlamalarla dağlardaki çıplak alanların ‘gürbüz’ bitkiler örtmeye başlıyor…
Bilimadamlarının söylediğine göre o günden bugüne denizden karaya süzülen yosunumsu bitkilerden biri kozalaklı ağaçlarmış...
Enterasan değil mi?
Doğa tarihini böyle bir şey; yani her şey bizimle başlamıyor.
Peygamberimiz ne demişti;
‘Kıyametin kopacağını bilseniz dahi elinizdeki fidanı dikiniz.’